Lokman Hekim

Facebookta Paylaş

ADANA EFSANESİ – ÖLÜME ÇARE BULAN ADAM

Çukurova toprağı bereketlidir, kuru dalı yere soksan yeşerir, dallanır, budaklanır. Ünlü Lokman Hekim, ölümsüzlük otunu Çukurova’da buldu. Çukurovalılar, bugün de bu otun Çukurova’da yetiştiğine inanır.

Lokman adını duymayan yoktur. Çağlar boyu adı dillerden düşmedi. Kitaplarda adı geçiyor da nerede yaşadı, nasıl yaşadı, açıklanmıyor. Bir bilen, söyleyen de yok.

Derler ki, Lokman Hekim bütün hekimlerin piriymiş. En büyüğü, en bilgilisi. İyi etmediği hastalık, çaresini bulmadığı dert yokmuş.

Lokman hastalarını otlarla tedavi edermiş. Otlarla çok uğraşırmış. Uzun zaman uğraşmış. Dolaşmadığı ülke kalmamış. Ayak basmadığı dağ, bayır, ova yokmuş. Dünyanın her toprağından ot toplamış. Öylesine can ciğer olmuş ki otlarla, hangi ot hangi derdin şifasıdır, bilirmiş. Binlerce otun dilinden halinden anlarmış. Daha bakar bakmaz “Bu falanca ottur, filanca hastalığın tedavisine iyi gelir,” dermiş.

Uzak yakın bütün hastalar koşar gelirmiş Lokman’a. Lokman onları analarından yeni doğmuş gibi pir-ü-pak eder, sağlıklarına kavuştururmuş.

Sonunda bütün hastalıkların hakkından gelmiş Lokman. Yeryüzünde hastalık mastalık kalmamış.

Bir ölüm varmış çare bulamadığı. Hani türkülerde demezmiyiz, “Ölüm Allah’ın emri, ayrılık olmasaydı?” diye. Ama için için de “Ah şu ölüm olmasa” diye yanar yakınırız.

Lokman da aynı şeyleri düşünürmüş. “Şu ölümü yenemez miyim, çaresini bulamaz mıyım?” diye kafa yorar, kütüphaneler dolusu kitap okur, uzarktır, yakındır, dağdır bayırdır demeden ot toplayıp dururmuş.

“Böyle olmayacak” demiş kendi kendine. “Dünyayı dolaşmak gerek. Yeryüzünde yetişen binlerce, yüzbinlerce ottan birisi ölüme çaredir. İş onu arayıp bulmakta. Kafama koydum bir kere arayıp bulacağım o otu.”

Böyle demiş, demir çarılkarını ayaklarına çekerek düşmüş yollara. Ne Çin kalmış dolaşmadığı, ne Hint kalmış. Karşılaştığı her yeni ota sorarmış:
“Cancağazım, sen hangi derdin dermanısın?”

Ot dile gelir şakımaya başlarmış.
“Lokman Baba, ben falanca hastalığa iyi gelirim.”

Ondan bir örnek koparır, torbasına kormuş. Defterine de yazarmış.

Neredeyse dünyanın tümünü gezmiş, ölümsüzlük otunu bulamamış. En sonunda yolu Çukurova’ya düşmüş. Buram buram ot, yaprak, çiçek kokuyor. Arılar vızıldıyor, kuşlar şakıyor, kelebekler inip inip kalkıyor. Böcek sesi, su sesi, pınar sesi.

Lokman Hekim, Çukurova’ya dalmadan önce şöyle bir dikilmiş. Gözleriyle Akdeniz’den Toros’lara kadar her tarafı taramış. Sonra eğilmiş, yerden bir avuç toprak almış, koklamış. “Lokman” demiş kendi kendine; “Bu toprakta iş var. Çok iş var. Aradığın burada olabilir. Bunca yer gezdin, böylesine güzel, böylesine can tüten bir toprağa ayak bastın mı? Gözünü dört aç. Dikkatli ol. Ölümsüzlük otu burada bitmemişse başka hiç bir toprakta yetişmez. Haydi bismillah!..”

Çükurova’da pek çok oto, pek çok değişik çiçekle karşılaşmış Lokman. Her adımda yeni bir ot, yeni bir çiçek. Bildiği, tanıdığı otlarla çiçekler bile bambaşkaymış burada. Renkleri daha koyu, daha parlak, daha ışıklıymış. Çukurova’da otun, yaprağın bir pır pır edişi varmış ki can dayanmazmış.

Dolaşmış da dolaşmış ak sakallı adamcağız. Ne Kadirli kalmış gezmediği, ne Ceyhan, ne Osmaniye, ne Dörtyol. Her pınarın ayağını, her akar suyun koyağını taramış durmuş.

Büklerde narpız, fesleğen öbekleriyle, daha bin bir otla, bin bir çiçekle, bin bir sesle yankılanan ovayı baştan başa geçmiş. Tarsus’tan yukarılara dayanmış. Gece olmuş. Aysız bir geceymiş. Yıldızlar balkıyıp duruyormuş. Ulu bir çınar ağacından doğru hafif bir yel esmiş. Çok güzel bir koku taşıyormuş yel. Dayanılmaz güzellikte bir koku.

Lokman her tarafa bakınmış, biraz ilerde, çınar ağacının yakınlarında bir yerde bir ışık parlayıp sönüyor, ateş böceği desen değil, yaban kedisi gözü desen hiç değil.

Koşmuş oraya. Otlar arasında bir ot. Bir ışığa kesiyor, bir sönüyor. “Cancağazım” demiş oto Lokman, tatlı, yumuşak bir sesle. Aslında sesi kadife gibi yumuşakmış. Yeni doğum yapmış bir ananın yavrusuna seslendiği gibi seslenmiş Lokman: “Otcağazım, sen nasıl bir otsun? Hangi derdin devası, hangi gönlün sevdasısın?”

Ot dile gelmiş: “Ben ölümsüzlük otuyum Lokman!.. Ben ölümsüzlük otuyum!..” diye fısıldamış.

Ak sakallı Lokman’ın neredeyse dili lişi kilitleniyormuş. Nutku tutulmuş. Neden sonra kendine gelmiş. Pır pır edip duran ışıklı otu kopartmış, defterinin arasına yerleştirmiş.

Hiçbir yerde oyalanmadan Misis’e gelmiş.. Misis’te evi varmış Lokman’ın. Meğer Çukurova toprağına ayak bastıktan sonra buraya yerleşmeye karar vermiş. Misis’ten geçerken de kendine bir ev satın almış.

Misis’te cümle aleme ölümsüzlük otunu bulduğunu ilan etmiş. Haber, yel götürse bu kadar hızlı yayılmaz, sel taşısa bu kadar çabuk ulaşmazmış. Kısa zamanda dünyanın dört bucağında duymayan kalmamı. Zengini yoksulu, yaşlısı genci, kadını erkeği, sakatı sağlamı cümle insanlar yollara dökülmüşler. Gelip Misis’i doldurmuşlar. Sel dalgaları gibi ovayı kaplamışlar.

Lokman Hekim çıkmış Misis köprüsünün üstüne. Elinde defteri, defter arasında bulduğu kutsal ölümsüzlük otu. İlacın tarifini yapıp insanlara açıklayacakmış. Defterini açtığında görünmeyen bir kanat eline çarpıvermiş. Defter havaya fırlamış, sonra ırmağın içine düşüvermiş. Gidiş o gidiş. Bir daha o defteri bulan gören olmamış.

“Belki o ottan gene bulurum.” diye Tarsus taraflarına gitmiş ama nafile. Bir daha o otun ne izine rastlamış ne de tozuna.

Lokman Hekim’in defteri kazaya kurban gitmeseymiş, şimdi hiç bir insanoğlu ölmeyecekmiş. Ah o uğursuz kanat…

Adanalılar, Çukurova’da o o ölümsüzlük otunun bugün de yetiştiğine, bir gün bulunacağına inanırlar. Can bitiren toprak, hiç ölümsüzlük otu yetiştirmez mi ?